Vakıf
Vakıf; bireylerin yardımlaşma güdüsüyle, taşınır-taşınmaz mallarını, kendi iradeleriyle özel mülkiyetlerinden çıkarıp, içinde bulunduğu toplumun ihtiyaçlarını karşılamak için; dini, hayrî, sosyal ve ekonomik bir gayeye ebedi tahsis etme düşüncesinin olgunlaştırdığı bir sistemdir.
Sosyal hayatta yardımlaşma ve dayanışmaya çok önem veren İslâm dininin, güçlü Türk devletleri tarafından kabul edilmesi, vakıf kurumuna en büyük gelişimi yaşatmıştır. Vakıflar, altın çağını Osmanlı ile yaşamıştır. Öyle ki; Osmanlı İmparatorluğu “Vakıf Cenneti” ya da “Vakıf Devleti” olarak tanımlanmıştır.
‘Vakıf sistemi, tarihsel süreç içerisinde topluma, zamana ve mekâna bağlı olarak değişiklik göstermiş; çeşitli toplumlarda farklı şekillerde uygulanmıştır. Vakıf kültürünün başlangıç tarihi kesin olarak bilinmemekle birlikte, Babil ve Sümerler’de vakfı andıran bir takım izlere rastlanmıştır. Yine Boğazköy kazılarında ele geçen tabletlerde, M.Ö. 1290-1280 yıllarında Hitit Kralı Hattuşili tarafından düzenlenmiş bir belge vakfı çağrıştırmaktadır. Eski Yunan’da farklı bir uygulama mevcut olup, vakfa benzer bazı kurumlardan bahsedilmektedir. Roma ve Bizans’ta da vakıf kurumunun bir ölçüde gelişmiş olduğunu görmekteyiz.
Türklerin de, İslamiyet’i kabul etmeden önce Gök Tengri inançlarına uygun vakıflar oluşturdukları anlaşılmaktadır. Toplumun tüm kesimlerine refahın yayılmasını amaçlayan vakıf kurumlarının kökeni, Türklerde Uygurlara kadar gitmektedir. Çin vakayinamelerinde, Uygur Ülkesinde fakirlik olmadığı ;bir kişinin maddi sıkıntı içine düştüğü takdirde toplumun ona yardım ederek muhtaç durumdan kurtardığı kaydedilmektedir. Doğu Türkistan’ın Turfan Bölgesi’nde yapılan araştırmalarda, Uygur Budist mabedlerinin duvarlarında hayır yapan vakıfçıların portrelerinin resmedildiği, yanlarına da bu kişilerin adlarının yazılmış olduğu görülmüştür. Asya’da yerleşik bulunan Uygurlar, İslâmiyet’i ancak 15. asırda kabul etmişlerdir. Bu bulgu; Türk kavimlerinde vakıf fikrinin, İslâmiyet’ten önce doğmuş olduğunun fakat olgunlaşmadığının göstergesi olarak kabul edilmektedir. İslâm öncesi Arap toplumunda ise dini kurumların bazı hizmetlerine, süresiz olmak üzere, bir takım malların tahsis edildiği biliniyor.’
Vakıf tarafından, vakıf şartlarının ve idare şeklinin tanzimi; kadı tarafından da tescil edilen hukuki vesikalara “vakfiye” veya “vakıfnâme” denir. Bunlar kağıt, deri veya parşömen tomar üzerine yazılırlardı. Nadiren de olsa taşlar üzerine kazınan vakfiyeler de vardı. Bu gibi vakfiyelerde bazen tam metin bazen de vakfiyenin özeti olurdu. Bir sayfadan oluşan vakfiyeler çoğunlukta olmakla beraber 400 sayfalık vakfiyeler de mevcuttur. Geniş içerikli bu vakfiyeler aynı zamanda edebi ve sanatsal birer eser olarak kabul görmektedir.
1926 yılından önce kurulmuş vakıfların büyük çoğunluğunun vakfiyeleri, günümüzde Ankara’da Vakıflar Genel Müdürlüğü Arşivi’nde muhafaza edilmektedir. 50 küsur tanesi Selçuklulara ait olmak üzere, yaklaşık 27.021 vakfiye bulunmaktadır. Bu vakfiyeler 2370 defterde kayıtlıdır. Fakat başta Şer’iyye sicillerinde olmak üzere diğer kamu arşivlerinde ve özel şahısların elinde olup da, çeşitli sebeplerden dolayı defterhânede kaydolmayan vakfiyelerle beraber bu rakamın yaklaşık 35.000’in üzerine çıkabileceği tahmin edilmektedir.
‘İslâm tarihinde ilk vakfiyenin, Hz. Ömer tarafından yazıldığı söylenmekle beraber, bunun Hz. Peygamber devrinde mi yoksa Hz. Ömer’in halifeliği zamanında mı olduğuna dair kesin bir bilgiye sahip değiliz. Ancak, Hz. Ömer’in hilâfeti zamanında olduğu yönündeki ihtimaller daha kuvvetlidir.
Müslüman Türk devletlerinden günümüze çok az vakfiye kalmıştır. Selçuklu devrinden günümüze ulaşan en eski orijinal vakfiye, Şemseddin Altun Aba’ya ait olan, II. Kılıçarslan’ın oğlu Rükneddin Süleyman Şah (598/1202) zamanında yazılmış vakfiyedir. Vakfiyede; medrese, kervansaray, fakir ölülerin gömülmesi ve İslâmiyeti kabul edenlere yardım edilmesi için gelir kaynakları tahsis edilmiştir.
Osmanlı Dönemi’ndeki en eski vakıfların ise beyliğin kurucusu Osman Bey tarafından tesis edildiği, Başbakanlık Osmanlı Arşivi’ndeki resmî kayıtlardan anlaşılmaktadır. Ne yazık ki orijinal vakfiyeler günümüze ulaşamamıştır.
Osmanlı Beyliği’nden günümüze ulaşan en erken tarihli vakfiye, Orhan Bey’in eşi Asporça Hatun’un 1-10 Ramazan 723 (3-12 Eylül 1323) tarihli vakfiyesidir. Asporça Hatun, Bizans İmparatoru III.Andronikos’un kızı olup sandukası oğlu İbrahim ile birlikte Osman Gazi’nin türbesindedir.’
İslam Tarihinde Vakıf
İslâm medeniyetinde vakıf, bir malı insanların yararına olmak üzere Allah yoluna adamaktır.
“Allah rızası” ve “hayırda evrensellik”; İslâmiyet’in klasik vakıf anlayışına kazandırdığı en önemli kavramlardır. İlahi hoşnutluk temelinde hizmet anlayışı ile; din, mezhep, cinsiyet, ırk veya etnik köken söz konusu edilmeksizin toplumun bütün kesimlerini kapsayacak bir vakıf kültürü geliştirilmiştir. “İnsana hizmet” odaklı bu kültürde, insan kadar hayvan ve doğa da vakfın konusu ve objesi haline getirilmiştir.
İslâm tarihinde vakıf kuran ilk kişi Hz. Peygamber (Hz. Muhammed) (S.A.V.)’dir. Hz. Peygamber, bir taraftan ashabını vakıf yapmaya teşvik ederken, bir yandan da bizzat kendisi vakıf yaparak Müslümanlara bu konuda da örnek olmuştur. Hz. Muhammed (S.A.V.), Fedek ve Hayber’deki arazilerini sağlığında fakirler yararına vakfetmiştir.
Hz. Peygamber, Hz. Ömer’in vakfetmek istediği hurmalık için; “Bu hurmalığın aslını (rakabesini) vakfet! Artık o hibe edilemez, miras bırakılamaz, yalnız onun mahsulü infak edilir, yedirilir” diyerek, vakfın çerçevesini çizmiştir. Hz. Ömer Hayber’deki hurma bahçelerini, Hz. Osman da satın aldığı Medine’deki Rûme Kuyusu’nu vakfetmiştir. Dört halifenin dışında sahabe tarafından da tesis edilen vakıflar artarak devam etmiştir.
İslam devletleri içinde ilk vakıf, Emevi Halifesi Velid Bin Abdülmelik’in, 88/707 tarihinde Şam’da yaptırdığı ve halen ayakta olan Ümeyye Camii’dir. Gerek bakım onarımı, gerekse burada yürütülecek dini hizmetler ve eğitim-öğretim faaliyetlerinin masraflarını karşılamak için birçok köy ve arazi vakfetmiştir. 786 tarihinde I. Abdurrahman tarafından inşa edilen Kurtuba Ulucamii ve Tuleytula’da inşa edilen Babu Merdum Camii, dönemin en önemli vakıf eserleri arasındadır. Ayrıca Endülüs’te çok sayıda vakıf kütüphane de kurulmuştur.
‘Sevdiğiniz şeylerden sarf etmedikçe (sadaka vermedikçe) iyiliğe erişemezsiniz. Her ne harcarsanız şüphesiz Allah onu bilir.’
Âl-i İmran, 92
‘İnsan vefat edince üç şey hariç dünyadaki ameliyle ilişkisi kesilir. Ancak şu üç şey dolayısıyla amel defterine sürekli hayır yazılır. Bunlar; sadaka-i cariye (okul, hastane, cami, yol vb.), kendisinden istifade edilen bir ilim ve kendisine dua eden salih bir evlattır.’
Hadis-i Şerif
Vakif; Hak’tan geleni, Hak adina halka vermektir.
Müslüman Türk Devletlerinde Vakıf Kültürünün Gelişmesi
Büyük Selçuklular Dönemi’nde vakıf müessesesi devletin yönetim anlayışına uygun olarak kat kat büyüdü. Tuğrul Bey’den itibaren İslâm dünyasının değişik yerlerini cami, medrese, kütüphâne, hastane, imaret, zâviye ve kervansaraylarla dolduran Selçuklular; buralara büyük vakıf gelirleri bağladılar. Hatta bir bilim yuvası olarak medreselerin devlet eliyle teşkilatlanması, ilim tahsilinin ücretsiz olması ve bunun İslâm dünyasına yayılması Selçuklular sayesinde oldu. Büyük Selçuklular’ın bu uygulamasını Anadolu Selçukluları ile diğer Anadolu beylikleri de aynen sürdürdü. Onlar da inşa ettikleri çok sayıda müesseselere zengin vakıf kaynakları tahsis ettiler. Anadolu’daki sosyal, iktisadî ve her türlü hayrî yatırımlar büyük ölçüde vakıflar marifetiyle yapılmıştır.
Selçuklu veziri Nizâmülmülk tarafından kurulan Nizâmiye Medreseleri’nin zengin vakıflara sahip olduğu biliniyor. Nizâmiye Medreseleri ile aynı dönemde Karahanlı Hükümdarı Tamgaç Buğra Kara Han tarafından bir medrese ve bir darüşşifâ kurularak, bunların giderlerini karşılamak üzere zengin vakıflar oluşturulmuştu. Bugünkü hastanelerle benzer fonksiyonlar gören darüşşifâlar bir vakıf kurumu olarak, her kesimden halkın sağlığıyla ilgileniyor ve hoca-talebe geleneğine göre tıp eğitimi veriyordu. Selçuklular Dönemi’nde inşa edilen birçok hastane binası Osmanlılar zamanında da faaliyetlerine devam etmiş, Selçuklu hastane ve tıp geleneği Osmanlıları da etkilemişti. Eyyübîler, Harezmşahlar ve Memlükler döneminde de gelişmesini sürdüren vakıflar, Moğollar’ın istilasıyla türlü sıkıntılara maruz kalmıştır. İslâmiyet’i kabul eden Moğol Hükümdarları tarafından desteklenerek zamanla yeniden yükselişe geçmiştir. Moğollar’dan sonra kurulan Celâyirler, Umurlular, Akkoyunlular, Safevîler, Orta Asya ve Ön Asya’da vakıf sisteminin yayılmasına önemli katkıda bulunmuşlardır.
Osmanli Döneminde Vakıf Kültürü
Osmanlı’dan günümüze orijinal olarak ulaşan en eski vakfiye Orhan Gazi’nin kurduğu vakfa aittir. Orhan Gazi, 1324 yılında Mekece’de kendi mülkünden pay ayırarak, Allah rızası için vakfetmiş ve kurduğu vakfına mütevelli olarak azadlı kölesi Tavaşî Şerafeddin’i tayin etmiştir. İznik’te ilk Osmanlı medresesini kurmuş, onun idaresi için yeterince gelir getirecek gayrimenkul vakfetmiştir. Bu medresede kısa sürede değerli ilim ve devlet adamları yetiştirilmiştir. Orhan Gazi’nin; Adapazarı, Kandıra ve Bursa’da inşa ettirerek vakfettiği cami, medrese, zâviye, imaret, aşevi ve misafirhaneler ilk Osmanlı vakıfları olarak anılmaktadır.
Türk-İslâm medeniyetinde Karahanlılar ile başlayan vakıf müessesesi, Osmanlılar Dönemi’nin sonuna kadar sürekli gelişerek varlığını sürdürmüştür. Osmanlı Devleti’nde vakıfların hizmet götürmediği ne bir yer, ne de bir sosyal alan kalmıştır. Vakıf eserlerinin en büyükleri Osmanlı dönemine aittir. Osmanlılar vakıfları, basit birer “yardımlaşma sandığı” hüviyetinden çıkartarak, bu eserleri iktisadî, sosyal, dinî, kültürel ve siyasî hayatın vazgeçilmez kurumları haline getirmişlerdir.
Osmanlı Devleti’nde başta padişahlar olmak üzere hanedan üyeleri, yüksek dereceli devlet görevlileri çeşitli vesilelerle vakıflar kurmuşlardır. Bu hizmet yarışına devlet adamları ve halk da katılınca, devletin toprakları kısa zamanda vakıf eserleri ile dolmuş; esasen devletin yüklenmesi gereken birçok hizmet uzun yüzyıllar bu vakıflar vasıtasıyla yerine getirilmiştir.
Eğer Osmanlı döneminde yaşıyor olsaydınız; vakıf bir evde doğabilir, vakıf bir beşikte uyuyabilir, vakıf mekânlarda vakıf mallarından yiyip içebilir, vakıf kütüphanelerinde bilgiye ulaşabilir, vakıf kitaplarıyla okuyabilir, vakıf bir mektepte öğrenci olabilir; hatta aynı mekteplerde hocalık yapabilirdiniz ve vakıf idaresinden ücretinizi alırdınız. Vakıf hanlarında, kervansaraylarında konaklayabilir, vakıf hastanelerinde şifa bulabilir, vakıf camilerinde ibadetinizi yapabilir, vakıf hamamında temizlenebilir, vakıf çeşmelerinde kana kana su içebilir ve öldüğünüz zaman bir vakıf tarafından defnedilebilirdiniz.
İşte Osmanlı, kuruluşundan itibaren yaklaşık 300 yılda sahip olduğu 20 milyon kilometrekare sınırları içinde öyle bir vakıf kültürü kurmuş ki; hayatınızın bütün ihtiyaçlarını vakıf hizmetleri yoluyla temin edebilirdiniz.